16 Aralık 2015 Çarşamba

Hayriye Ünal: “Eleştiri bir ihtiyaç”, (Yazan ve gönderen: Necati ÇAVDAR)

Hayriye Ünal:
“Eleştiri bir ihtiyaç” 
(Necati ÇAVDAR)
SERVER Vakfı’nın  her cumartesi gelenek hale getirdiği  “Bir kitap & Bir yazar” programında Hayriye Ünal, “Tahlil Tahrip İnşa  ‘modern şiir eleştirileri’”  başlıklı kitabın hikayesini anlattı..
Şiir ve şair eleştirisi konusunda ilk kitap yazarı olduğunu iddia eden Hayriye Ünal; “Tahlil, Tahrip İnşa” kelimelerinin anlamlarını izah ederek   özetle şöyle konuştu: Kitapta 15 yıla yayılmış 34 şaire dair eleştiriler olan kırk yazı var.
Mehmet Akif’ten Nazım Hikmet’e..
2 yenide en az tanınan Ece Ayhan’dan İlhami Çiçek’e…
Sezai Karakoç ve Didem Madak gibi apayrı uçlarda yer alan şairleri inceledim. Cahit Zarifoğlu,  Sezai Karakoç, Metin Eloğlu, İlhan Berk, Ahmet Oktay, İsmet Özel, Ülkü Tamer, Lale Müldür, Arif Ay, Didem Madak, Mustafa Irgat ve Orhan Veli  yer verdim.
Eleştiri önemli. Fakat eleştiriye tahammül yok. Edebiyata eleştiri istenmiyor..   Şairler eleştiriyi olumsuz buluyor.. Ne kadar överseniz övün mutlaka bir eksik buluyorlar. Oysa eleştiri bir ihtiyaç..  Eleştiri sevimsiz oluyor. Tabii hakikati duymak isteyen insanlarda oluyor. Kimi insanlar duygularını şiir sanıyor. O nedenle eleştirerek   “olmamış” demek gerek. Ben bu eleştiriyi işini gönüllü olarak yaptım. Tüm olumsuz risklere rağmen eleştirdim bunu cesaretle yaptım. Çünkü birlerinin yapması gerekirdi. Yapmalılar da. İlk ses vermek önemli. Ben bu alanda ilk sesim. Eleştiri denilince akla sevimsiz sözler yumağı gelir. Hoş bir çağrışım yapmaz eleştiri insanda. Hakikati duymak isteyen de oluyor.
Kitap da olumsuz eleştiri yaptığım şaire de yer verdim.
Eleştiri, batıdan gelen metotlarla yapılıyor..
Şairin hangi kitapları okuduğunu, kütüphanesinde hangi kitapların bulunduğunu da sorgulayarak şiire gidiş yollarını,  şiirin doğuş kökenine de bakıyorum. Metne odaklanıyorum.  Şiirde malzeme önemli. Malzeme olarak da “Dil” çok  önemli.. Siz öldükten sonra o duyguların başkalarına geçmesinde şairin kullandığı dil önemli.  Yalın - sade dil, şiiri aşağı çekiyor denir. Orhan Veli, dönüm noktası. Çünkü “yalın - sade dil” kullanarak bu düşünceyi yıktı. Necip Fazıl’da  ideolojisi bir yana ‘Ben­lik’ önde. Necip Fazıl, “Egosu en yüksek” şairdir. Okur üzerinden yapılan eleştiri belli yerde durur.
Çünkü..
Okur, şairi aşağı çeken unsur.. Şairin kendi seviyesine inmesini,  şiiri anlayacağı basitlikte  ister. Şair yukarda durmalı.. Önemli şairlerde önce sanat kaygısıyla yazarken  daha sonra kitleye  uyarak yazabiliyor.
Şairin kim olduğuna, ideolojisine bakılıyor. Oysa şairin kimliği, ideolojisi önemli değil. Eleştirirken  şairin kimliğine bakılarak yargıya varılıyor..Bu da o şair hakkında bir kanaat oluşturuyor. Olumsuz ya da olumlu yaklaşıma neden oluyor. Tarafındaysa iyi değilse kötü  diye kayıt yapılıyor.. Buda şair odaklı eleştirilerin yanlışlığını getiriyor. Ben ‘metin odaklı’ eleştiri yapılması taraftarıyım. Hangi tarihte yazılmış önemli değil. Ben o metin ne getiriyor, ona bakarım.
Hakiki şiiri bulmak zor. 
Şiir yayınlayan çok dergi var. 
Bunlarda kirliliğe neden oluyor.
Bazı şairler bilinmiyor. Edebiyat tarihi denen makine doğru çalışmıyor. Her zaman şiir doğru değerlendirilmeyebiliyor..Zaten şiir gecikmeli gelir. 30- 40 yıl sonra  değeri anlaşılır..
Dergilerde işi bilmeyen ancak kelli felli kabiliyetsiz adamlar var. Bunlar; şairi ve şiiri doğru değerlendirmiyor. Bunlara çok da önem vermemek gerek. Fakat başlangıçta bunu yapamazsınız. Belli yol aldıktan sonra önem vermemelisiniz.
Şairler, tek başlarına da kitap bastırabiliyor.Fakat bu yol almıyor.. Dergilerin ve başında bulunanların olumsuzluklarına rağmen  şairler şiirlerini önce dergilerde yayınlanıp  yayın evi çevriminden geçmesi onu daha tanınır yapıyor.
Şiirin katmanlı bir yapısı vardır. Az sözle çok şey anlatması da bundandır.
Şiir, ne büyü ne de kılıçtır.
Şiir büyü değildir. Fakat şiirin değiştirme, etkileme gücü vardır.
(Necati Çavdar)

28 Kasım 2015 Cumartesi

ŞAİR VE YAZAR MUSTAFA CEYLAN’DAN; KARINCANIN GÖLGESİ İsmail KARA

ŞAİR VE YAZAR MUSTAFA CEYLAN’DAN; 
KARINCANIN GÖLGESİ
                                                                                  İsmail KARA
            “Karıncanın gölgesi”… Bu da ne demek?
           Bir şair ve yazar arkadaşımla konuşmalarımız sırasında bu sözü birkaç kez kullandığı zamanlar oldu; “Ben neyim ki, yerdeki karıncanın gölgesi bile değilim”.
            Sözün, hemen tasavvuf erbabı bir kişi tarafından söylendiği zihnimize yerleşiyor. Ya da bana öyle geliyor.
            İnsan, ancak bu kadar “mütevazı/tevazu sahibi” olabilir.
            Hele bir de sözün sahibi, önemli eserlere imza atan bir araştırmacı yazar, şair ve bir mütefekkir (düşünür) ise…
             Mustafa Ceylan’dan söz ediyorum/edeceğim bu gün…
            “Ayinesi iştir, lâfa bakılmaz” demiş ya Ziya Paşa… Biz de önce O’nun yaptıklarına/eserlerine kısaca bir göz atalım.
            Türk Edebiyatının gelmiş geçmiş en önemli isimlerinden, hocası Mehmet Kaplan’ın şiir tahlilleri konusunda boş kalan yerini doldurmaya azmeden Ceylan’ın önemli çalışmaları arasında bazı ünlü şair ve yazarlar hakkında ürettiği eserler; takdire şayandır.
            Ahmet Tufan Şentürk, Tahir Kutsi Makal, Halil Soyuer, Güzide Taranoğlu, Abdullah Satoğlu, İsa Kayacan, Muharrem Yazıcıoğlu gibi ünlüler hakkındaki eserleri bile O’nu unutulmaz kılacaktır.
            Ceylan, söz konusu eserlerini; bu ünlülerin sağlığında üreterek onlarıonurlandırmayı da görev bilmiştir.
            Karıncanın gölgesi, bunlarla da kalmadı. Şiir ve edebiyat alanında sürekli çalıştı.
            Son olarak genişletilmiş baskısıyla (iki cilt halinde) yayınladığı Türk Dünyası Efsaneleri adlı eseriyle bir hayli dikkat çekti.
            Araştırma ürünleri dışında kendi şiirlerini bir araya getirdiği şiir kitapları, antolojiler yayınladı. Eser sayısı 30’u geçti.
            Ceylan’ın bestelenmiş şiirleri de var ki; O, aynı zamanda güftekardır.
            Yaşadığı Antalya’da şair ve yazarları bir araya getiren dernekler kurdu. Yılda bir kez ülkenin her tarafından, hatta ülke dışından bazı şair ve yazarları düzenlediği toplantılarda geniş kitlelere tanıttı.
            Kendisine “Karıncanın gölgesi” yakıştırmasını yapan Ceylan böyle birisi… Ne karınca, ne gölge amma. Değil mi?
            O gölge ki, bu satırların yazarının en az otuz yıllık arkadaşı.
            Arkadaşımla kıvanç duyuyor ve O’na uzun ömürler diliyorum...

3 Ekim 2015 Cumartesi

HABER; DUYURU VE ÇAĞRI "Prof. Dr. İSA KAYACAN'I ANMA TOPLANTISI YAPILACAK"

PROF. DR. İSA KAYACAN;
1. VEFAT YILDÖNÜMÜ MÜNASEBETİYLE DÜZENLENECEK “EĞİTİM, BİLİM VE KÜLTÜR ETKİNLİĞİ” İLE ANILACAK
(ECE AJANS, Ankara-02 Ekim 2015, Cuma) Ülkemiz, Türk Dünyası, Şiir-Sanat-Kültür-Edebiyat âlemi ve Gazetecilik camiasında çok sevilen; Eğitim faaliyetleri, kültür elçiliği, eser, hizmet ve tanıtım misyonu ile yakından tanınan; Türk gazeteciliğinin duayenleri arasında müstesna bir yeri olan ve İLESAM dâhil pek çok Sivil Toplum Kuruluşunda asli ve onur üyelikleri olan; Kerkük Kültür Derneği Kurucusu ve Başkan Yardımcısı Prof. Dr. İSA KAYACAN, vefatının birinci yıldönümü anısına düzenlenen anlamlı bir etkinlikle anılacak.
Kurucusu ve Kurucu Başkan Yardımcısı olduğu Kerkük Kültür Derneği öncülüğünde;
Başta Türkiye İlim ve Eser Sahipleri Meslek Birliği (İLESAM) olmak üzere onlarca STK (Sivil Toplum Kuruluşu)’nın katılımı ile hazırlık çalışmaları sürdürülen “Anma, Eğitim, Bilim ve Kültür” etkinliği hazırlama, tertip, organizasyon ve düzenleme komitesi:
Kerkük Kültür Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Şemsettin Küzeci, Araştırmacı-Yazar Mustafa Nevruz Sınacı, Şair – Yazar, Yayıncı ve Yapımcı Mustafa Ceylan, Üstadın Sevgili Kızı Gül Kayacan, Gazeteci, Şair-Yazar (Karozan) İsmail Kara, Bestekâr - Şair Murat Duman, Gazeteci-Yazar, Yayıncı İlhami Nalbantoğlu ve Şair - Yazar Arzu Kök’ten oluşuyor.
Tertip Komitesi Başkanı Dr. Şemsettin Küzeci’den; 2 Ekim 2015 Cuma günü:
TÜRK-İŞ Genel Merkezi ve Konferans Salonu lobisinde alınan bilgilere göre:
Birinci Vefat Yıl Dönümünde Prof. Dr. İSA KAYACAN’ı Anma, Eğitim, Bilim ve Kültür Etkinliği” 17 Ekim 2015, Cumartesi günü, Saat: 13.30 – 17.30 arası: “Bayındır Sokak No: 10, Kızılay / ANKARA adresinde bulunan TÜRK-İŞ KONFEDERASYONU Konferans Salonunda yapılacak…
Merhum İsa Kayacan’ın yakın dostları, yol arkadaşları ve Ülkemizin tanınmış Şair, Yazar, Kanaat Önderi, Bilim ve Sanat İnsanlarının hitap ve katkılarıyla onurlandıracakları etkinliğin gündemi ile uygulama programı henüz hazırlanmakta.
Ancak, bu toplantıya Türkiye’nin her tarafından ve bütün bölgelerinden Gazeteci, Şair, Yazar, Edebiyatçı, Bilim-Kültür ve gönül insanları ile İsa Kayacan arkadaşları, gönül dostları önemle ve özellikle çağırılmakta ve davet olunmaktadır.
***
ANMA TOPLANTISI VE
ETKİNLİĞİN YAPILACAĞI:
Tarih   : 17 Ekim 2015, Cumartesi – Saat: 13.30 – 17.30
Yer      : TÜRK-İŞ KONFEDERASYONU Konferans Salonu
Adres  : Bayındır Sokak, No: 10, Kızılay – ANKARA
İrtibat
LÜTFEN!..
Katılım, öneri, değerli fikir ve katkılarınız için bizi arayınız.
Başkan Dr. Şemsettin Küzeci : 0533 255 26 60
Sözcü,   (Karozan) İsmail Kara           : 0555 236 34 92
Üye,  Gül KAYACAN                       : 0532 454 67 19
Üye,  Mustafa CEYLAN                    : 0535 622 43 16
Üye,  Murat DUMAN            : 0532 236 26 92
Üye,  İlhami NALBANTOĞLU          : 0555 360 67 97

29 Eylül 2015 Salı

Prof. Dr. İSA KAYACAN, Memleketi Burdur'da Anılıyor

BAYŞA-DER (Burdur Araştırmacı Yazarlar ve Şairler Derneği)'in İSA KAYACAN'ı anma etkinliği...
(10 Eylül 2015, Perşembe -  Burdur Gazetesi  Manşet)
Şair Aysel, Burdur Araştırmacı Yazarlar ve Şairler Derneği Başkanı Ahmet Ali Bilgenle birlikte gazetemizi ziyaret etti. Ziyarette, uzun zaman ortak çalışmalar yürüttüğü Şair -Yazar İsa Kayacan hakkında anılarını aktaran Şair Aysel Al, "İsa Kayacan gazeteciliği, şairliği, yazarlığı yanında tam bir Burdur hayranı sevdalısı idi. Ben ve benim gibi birçok kişi, İsa Kayacan'ı tanıdıktan kısa bir süre sonra Burdur Hayranı olduk. Burdur'u daha çok tanıdık sevdik" dedi..
PROGRAM: 15, 16 EYLÜL 2015 - PERŞEMBE, CUMA
Burdur Araştırmacı Yazarlar ve Şairler Derneği tarafından düzenlenecek, İsa Kayacan'ı anma etkinlikleri konusunda görüşme yapmak üzere Burdur'a gelindiğini., BAYŞA-DER Başkanı Ali Bilgen ile birlikte yerel gazetelere ve başka kurumlara ziyaretlerde bulunduklarını söyleyen Aysel Al, etkinlikte sunuculuk yapmasını istendiğini, kendisinin de bu teklifi onur duyarak kabul ettiğini dile getirerek, düzenlenecek etkinliğin, Burdur'un tanıtımına çok emek veren Prof. Dr. İsa Kayacan'ın şanına yakışır bir şekilde düzenlenmesi için çaba göstereceklerini, bu konuda yerel kurumların da desteklerini beklediklerini belirtti. Gazetemizin imtiyaz sahibi Adnan Taraşlı merhum İsa Kayacan'ın ölünceye dek Burdur Gazetesi'nin Ankara temsilciliğini yaptığını, yazılarının da aynı şekilde yıllarca gazetemizde yayınlandığını, İsa Kayacan adına onu anmak için bir etkinlik düzenlenmesinin de, İsa Kayacan’a gösterilmesi gereken vefa adına anlamlı olacağını söyleyip ziyaret için teşekkür etti.

27 Mart 2015 Cuma

Çağımızda Bir Halk Şairi-Aşık Veysel, Tamer UYSAL

Çağımızda Bir Halk Şairi
Aşık Veysel

Ben giderim adım kalır
Dostlar beni hatırlasın
Düğün olur bayram gelir
Dostlar beni hatırlasın

Halk şiir geleneği içinde Veysel, uzaktan birbirine benzeyen köyler içinde bir köydür« diyordu Sabahattin Eyuboğlu. Ona göre Veysel halkça düşünüp halkça konuşuyordu. Onun için herkes sevdi Veysel'i.
Bütün çelişkilere ve uzlaşmalı taraflarına rağmen Veysel, olanı biteni birçok açık gözden daha iyi görüyor, Sivrialan Köyü'nden dünyaya açılıp tertemiz bir gönül ve bir ömür verdiği sanatıyla halktan, haktan ve iyiden, güzelden yana geliyordu...
1894 yılının Mayıs ayı. Sivas'ın Sivrialan köyünde bir ilkbahar günü... Her taraf yeşil otlara bezenmiş. Havada bir top bulut koşuşturup duruyor ancak yağmur yağacağa benzemiyordu.
Köylü sağancılar sütlerini sağıp helkeyi bir kenara bırakmışlardı. Arta kalan süt için de kuzular sürünün içine bırakılmıştı. Bir yandan da anasından ayrıldıkları için kuzular sütleri dökmesin diye çare aramaktaydılar.
İşlerini bitiren sağancıların bir bölümü köyün karşısındaki tepecikte toplanmış yerde yüzükoyun yatan kadına bir şeyler yapmaya çalışıyorlardı. "Kurtuldu anam" diyordu birisi. Gülizar Kadın böyle bir günde koyun sağmaktan dönerken doğurmuştu Veysel'i. Sivas'ın Şarkışla İlçesine bağlı Sivrialan Köyü'nde...
Osmanlı Devleti'nin Avrupa'ya paçayı kaptırdığı, kurtulması güç bir hastalığa yakalandığı dönemlerdi. Bir yüzü kayalık, bir yüzü ormanlarla kaplı bir dağ vadisinde dünyalı olmuştu Veysel. Bu dağ köyünün adı Söbalan'dı. Alanın orta yerinde bulunan küçük bir tepecikten dolayı sonra Sivrialan denmişti.
Sivrialan'ın tarihi çok eskilere dayanmıyordu. Veysel'in dedeleri de bu köye ilk yerleşen ailelerdendi. İlkin üçbeş haneli iken ikiyüz haneye ulaşıvermişti Söbalan. İlk göçenler sonra gelenlere de yer yurt vermişti Söbalan'da...
Peki neydi bu göç? Bu insanların dağ vadisinde işleri neydi? Ve hangi üretimle ne kazanacaklardı bu insanlar?
Kuyucu Murat Paşa'nın kıyımından canlarını kurtaran Kızılbaş Türkmenler, çorak mı, sulak mı demeden kuş uçmaz kervan geçmez yerlere göçetmişlerdi. İşte Söbalan da bunlardan birisiydi.
Bu alevi kıyımının ne ilki ne de sonuncusu idi. Osmanlı yönetiminin çeşitli dinlere göstermiş olduğu hoşgörü nedense Alevi toplumuna çok görülmüştü. Veysel'in ailesi de böyle bir Osmanlı kıyımından kurtulup Söbalan'a yerleşenlerdendi. Anadolu'nun aleviler açısından kaderi de hep bu olmuştu.
Şah Turna, Mevlüt İhsani, Ali Işık ve Ruhani gibi Veysel'in dünyası da çocuk yaşta kararmıştı. Yedi yaşında iken bir çiçek hastalığı salgınında sol gözü kör oldu, sağ gözüne perde indi.
Geçmişiyle yetişen, geçmişin öykülerini yaşantılarını dinleyerek büyüyen Veysel, Birinci Dünya Savaşı'nın çıktığı yıllarda da delikanlılığının baharındaydı.
Onun dünyaya geldiği Sivrialan kıraç, verimsiz topraklara sahipti. Dünya ile bağları kesik insanlarına burada üretilen şeyler kıt kanaat yetiyordu. Yeten de neydi ki? Hamur, bulgur, ve bunlardan yapılan yemekler... Çay ve şeker lükstü.
Sivrialan Köyü'nde yaşayan insanlar yine de birbirlerine en güzel dayanışma örneğini veriyor ama Anadolu'nun birçok yeri gibi ilkel yaşam burada da yaşanıyordu. Karasabanla çift sürülüyor, kağnı, döven koşuluyor, yaba ile tığı savruluyordu.
Her evde bir çift koşumluk öküz beslenirdi. Söbalanlılar aydınlanmak için gaz lambası yakıyorlardı. 1950'li yıllarda köyde birtek radyo vardı. Herkes bu radyonun başına toplanır, haber dinlenirdi.
Derenin karşısında, tahta barakadan yapılmış bir okulları vardı. Yağmurlu havalarda sular kabarınca kimselerin giremediği bir okuldu bu.
Köye gelen aşıkların, dedelerin ayrı bir yeri vardı köy yerinde. Onlar gazetelerin haberlerini okur, köylülere hükümetin çalışmalarını, partilerin durumlarını anlatırlardı. Köyde büyük bir odada toplanır, saz çalınır, semah dönülür ve cem yapılırdı. Veysel de bu toplantılara katılır, dinlerdi.
Veysel'in çiftçi olan babası Ahmet oğlunun bu tutkusundan etkilenip hem de avunsun diye O'na bir saz satın almıştı. Tanıdıklarından Çamşıklı Ali adlı halk ozanı Veysel'e saz çalmayı öğretti. Veysel kısa sürede sazı öğrendi, özellikle köye gelen aşıkları dinleyerek bilgisini arttırdı.
Sivrialan Köyünde altı ay üretim yapılırken, altı ayda da tüketilirdi. Eli kazma tutanlar yaya olarak üç ay gibi bir sürede Çukurova'ya, Adana'ya ve Mersin'e çalışmaya gider, para kazanırlardı. Devletin köylüyle olan ilişkisi asker ve vergi almaktan öteye gitmiyordu. Köydeki kültür alışverişi askerden gelenler, Çukurova'dan dönenler, aşıklar ve dedelerdi. Onların bıraktığı kültürden arta kalanlarsa salt günlük konuşmalardı. Bu koşullar Sivrialan'dan bir Aşık Veysel çıkartmaya yeterlimiydi ya da Aşık Veysel nasıl oldu da Aşık Veysel olmuştu?
1919'da ailesi onu Esma adlı bir kadınla evlendirmişti. Güzel bir kadındı Esma. Sekiz yıl evli kaldılar. Veysel'in kıskanması rahatsız edince Esma komşularından Hüseyin isimli bir delikanlıyla kaçtı. Esma'ya göre gönülsüz bir evlilikti bu. Veysel ise kıskanç ve huysuzdu ama sevmişti Esma'yı...
Karısı kaçınca günlerce yemeden, içmeden kesilmişti Veysel. Ne yapacağını bilemiyordu. Kapı komşularından arkadaşı Kürt Kasım, bir gün Veysel'e "gel seninle Zara'ya gidelim, orası benim memleketim, akrabalarım var, rahat ederiz" deyince Veysel bu teklifi kaçırmadı. İlk kez Sivrialan'ın dışına çıkacaktı.
Kültürel ilişkileri sınırlı, o kapalı daracık dağ köyünden çıkış Veysel için yeni bir adımdı. Gözlerinin görmemesi, istediği şeylerden yoksun kalışı, beynini ve hayal dünyasını geliştirmişti. Duyduğu her şeyi kafasına yerleştirmeye çalışırdı.
Kendisiyle alay eden köy çocuklarıyla tartışmak, onlardan aşağı kalmamak için bütün zamanını öğrenmeye ve kendisini topluma kabul ettirmeye ayırıyordu. Köye gelen ozanları iyi dinleyerek, onlardan bir şeyler öğrenmeyi ilke edindi.
Veysel'in yaşadığı çevre de Emlek diye anılıyordu. Şarkışla'ya bağlı bir dağ köyü ve Kızılbaş Türkmenlerinin yaşadığı bir yöreydi Emlek. Bir ozan yatağıydı. Veysel'den önce birçok ozan burada yaşamış ve Veysel'in yaşıtı olan büyük ozanlar hep bu köylerden çıkmıştı.
Agahi, Kemter, Aşık Veli, Aşık Hüseyin, Ali İzzet, Devrani, Aziz Üstün Talibi, Veysel'le zamanla dostluk kuran büyük ozanlardı. Sivrialan Köyünden Molla Hüseyin, Ali Özsoy Dede, Hıdır Dede hepsi ozan ve öğretici aydınlardı.
Hıdır Dede babadan kalma dedeliğini geliştirmiş, pek okuma yazması olmamasına karşın iyi saz çalıp türkü söylerdi.Veysel'in en çok ve zevkle dinlediği de Hıdır Dede'ydi. Molla Hüseyin ise zaten saz ustası olup Veysel'e ilk sazı öğreten yörenin aydınlarından birisiydi. Ali Özsoy Dede de hem arap harflerini hem de latin harflerinden okuyup yazan aydın bir dedeydi.
Aşık Veysel'le yakın arkadaş olup bilgi alışverişinde birbirlerine çok şeyler öğretmişlerdi. Agahi, Aşık Veli, Kemter ise Veysel'den önce yaşamışlardı.
Aşık Veysel'in yakın arkadaşı Aşık Hüseyin, yörenin en güçlü ozanlarındandı. Otuz bir yaşında ölmesine karşın ardında güzel şiirler bırakmıştı. Yörenin bazı ozanları onun şiirlerini topluma kendileri söylemiş gibi sunmaya çalışmışlardı. Ali izzet ve Devrani, aşık Veysel ile aynı köyden olup yakın arkadaştılar. Aşık Veli ise Veysel'i en çok etkileyen ozanlardandı. Yörede adını duyurmamış nice ozan vardı ki hepsi de Aşık Veysel'le dost ve arkadaştılar.
Bu ozanlar Türkiye'nin çeşitli bölgelerini gezip görmüş, türkü söylemişlerdi. Aşık Veysel ise Sivrialan'dan dışarı çıkmamış, usta malı söyleyen, sesi güzel, güzel saz çalan kendi halinde bir ozandı. Veysel'in Kürt Kasım'la Zara'ya gitmesi birdenbire ufkunu değiştirmişti. Köyünden farklı şeyler hissetmesi ve ilk şiirlerini yazıp saz çalmasında Kürt Kasım'ın rolü büyük oldu.
1921'de anasıyla babası da ölünce Veysel yalnız kaldı. Kendini şiire ve saza veren Veysel önce karısı Esma'ya şiirler yaktı. Sonra dünyada daha güzel kadınların da varolduğunu anlayıp Esma'yı hem çok sevdiğini hem de ondan daha güzellerin olduğunu belirterek bunu dile getirdi:

Güzelliğin on par-etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulamam
Gönlümdeki köşk olmasa

Zara gezisi Veysel'in ilk gezisi olmasına karşın ufkunun da çok açık olacağını belirleyen bir gezi olur. Hem türkülerini rahatça çalarak söylediği hem de kendisine ikinci bir evlilik getiren yer olur Zara.
Zara'da Yalıncak Baba diye bilinen bir türbenin işlerine bakan Gülizar Ana'yla evlendirilir Veysel. Artık Esma'nın sadece aşkının kalıntıları vardır Veysel'de. Giden gitti, bir daha dönüşü yoktur. Bu bilinçle kendisine bir yol çizer Veysel. Bu yol Veysel'i Sivrialan Köyü'nden evrensel bir boyuta ulaştırır. Bu evrenselliğe ulaşmanın başlangıç tarihi de 5 Ocak 1931'dir.
Sivas'ta Maarif Müdürü Ahmet Kutsi Tecer'in öncülüğüyle bir Aşıklar Bayramı düzenlenmiştir. Bu bayrama Veysel'de çağrılır. 3 gün 15 aşık saz çalıp türkü söyler. Veysel derece alır. Ahmet Kutsi Tecer'in dikkatini çeker. Ahmet Kutsi Tecer Veysel'e "Halk Şairi" belgesi verir. Bu belgeyi alan Veysel çocukluk arkadaşı İbrahim'le birlikte yaya olarak Adana, Mersin, başta olmak üzere birçok vilayeti dolaşır.
Seferberliğin bitimiyle ülkede yeni bir yapılanma hareketi başlatılmış, Mustafa Kemal'in geliştirdiği fikirler adım adım uygulanmaya konmuştu. Veysel de bu yeni ülkeyi gezip yaşayarak tanımakta, O'nun inkılaplarına manevi bir destek verip türkülerinde dile getirmektedir. Cumhuriyet'in 10.yılı dolayısıyla yazdığı şiir "Atatürk" adını taşır. Nahiye Müdürü yazdırdığı bu şiiri beğenerek onu Ankara'ya ulaştırmasını söyler. Arkadaşı İbrahim'le yola çıkar. Yaya olarak Sivas, Yozgat, Çorum, Çankırı, Kırşehir köylerinden geçerek üç ayda Ankara'ya varırlar. Bir rastlantı sonu şiiri Hakimiyet-i Milliye gazetesine verirler. Şiir 3 gün üst üste yayımlanır. Veysel'in adı artık duyulmuştur.
Okuduğu şiirler çevrede ilgi uyandırır, yankı yaratır. Veysel, Aşık Veysel olma şansını yakalamıştır. Aynı günlerde Ankara Halkevi'nde bir konser verir, çok beğenilir. Ayağında çarıkla, bacağında şalvarla geldiği Ankara'dan takım elbise ve ayakkabıyla ayrılır:

Uzun ince bir yoldayım
Gidiyorum gündüz gece
Bilmiyorum ne haldayım
Gidiyorum gündüz gece...

Veysel'in ikinci büyük olayı da gerçekleştirdiği İstanbul düşüdür. M. Kemal'e duyuramadığı türküsünü mutlaka ulaştırmayı kafasına koyar. Ankara'da kendisine İstanbul'da bulunan Radyoevine gitmesi söylendiğinde yine arkadaşı İbrahim'le yollara düşer. İstanbul Radyoevi Müdürü Mesut Cemil kılık kıyafetlerini görünce baştan savmak ister. Ama Veysel'i dinledikten sonra akşama programa çıkartır. İstanbul'da bulunan M. Kemal radyodan Veysel'i dinleyince hemen ozanı bulup getirmeleri için talimat verir.
Radyodan çıkan Veysel Sivaslı bir kapıcının evinde konuk olarak kaldığından bulunamaz. İkinci gün kendisini aradıklarını duyunca hemen Dolmabahçe'ye gider. Fakat yaveri M. Kemal'le onu görüştürmez "o bir anda geldi geçti, bir daha ararsa sizi bulurum" der. Bu olay Veysel'i çok etkilemiştir.
Veysel'in sazı artık Anadolu'da köy köy, bucak bucak konuşacaktır. Her yere gider gelir. 1940'ta İbrahim'den ayrılıp Küçük Veysel adıyla tanınan arkadaşı Veysel Erkılıç'la dolaşmaya başlar. 1941 yılında Ahmet Kutsi Tecer, Sabahattin Eyüboğlu, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İsmail Hakkı Tonguç ve Bedrettin Tuncel'in girişimleriyle Köy Enstitülerinde müzik öğretmenliğine başlar. Arifiye, Hasanoğlan, Yıldızeli, Çifteler, Akpınar, Ladik, Gülköy öğretmen okulunda Tonguç'un eğitim ordusuna katılarak, bir nefer gibi çalışır. Aşık Veysel'in yaşamında ve kişiliğiyle sanatının oluşumunda en büyük etken, hiç kuşkusuz bu köy enstitülerinde saz öğretmenliği yaptığı dönemdir.
1960'ta Küçük Veysel ölünce oğlu Ahmet'le Anadolu'yu dolaşır. 1965'te TBMM'nin çıkardığı bir yasayla kendisine aylık bağlarlar. 21 Mart 1973'te de Sivrialan'da, köyünde ölür.
Aşık Veysel, köy enstitülerinde saz öğretmenliğine başladığı 1941 yılından ölümüne dek Türkiye'yi karış karış dolaşarak cumhuriyet ilkelerini, cumhuriyeti, laikliği sarsılmaz bir azimle savunur. Türkülerinde işlediği konuların ağırlığını Türkiye'nin kalkınmışlığı, çağdaşlığı, laikliği oluştururken, doğa sevgisi, birlik beraberlik gibi diğer konular da yer alır.
"Halk şiir geleneği içinde Veysel, uzaktan birbirine benzeyen köyler içinde bir köydür" diyordu Sabahattin Eyuboğlu. O'na göre Veysel halkça düşünüp halkça konuşuyordu. Onun için herkes sevmişti Veysel'i.
Bütün çelişkilere ve uzlaşmalı taraflarına rağmen Veysel, olanı biteni birçok açık gözden daha iyi görüyor, Sivrialan Köyü'nden dünyaya açılıp tertemiz bir gönül ve bir ömür verdiği sanatıyla halktan, haktan ve iyiden, güzelden yana geliyordu.
"Âşık Veysel, tabiatı duyuşu, duyarlılığı, dini bir zümreye bağlı egemen bir karakteri olmamasına rağmen mistik tarafları, kâinat, varlık, yaratılış anlayışı ile geleneğe bağlı bir saz şairidir" diyordu Enver Gökçe. O da bir çok halk şairi gibi DP döneminin baskılarına uğradı. Ancak iktidara karşı muhalif kimliği sevgi, hoşgörü, inanç ve çalışmak gibi birtakım idealist ilkelere dayanıyordu. Yaşadığı hayat, yetiştiği koşullar, daha sonra tanışarak içli dışlı olduğu çevrelerin de etkisiyle bir toplum eğitimcisi gibi davranan Veysel bir yanıyla da eski halk geleneğiyle yoğrulmuş ve bunu sürdürmek isteyen, kendinden sonra gelen birçok sanatçıyı etkilemiştir.
İşbirlikçi Demokrat Parti hükümetinin işbaşına gelmesiyle ozan geleneğini yaşatan, geliştiren köy enstitüleri, halkevleri birbiri ardına kapatılmıştı. Veysel'in köyünden ve kendinden halkına ve yurduna doğru uzanan sanatsal gelişim ve çizgisini belirleyen de kısmen bu kıyımdan önceki koşullardı. Bu koşullarla tanışan Veysel türkü geleneğinin özüne bağlı ama deyişleriyle gelenekten az çok sıyrılmasını, özünden evrensel olana ulaşmasını da bilmiştir.
Buna karşılık egemenler Bedri Rahmi'nin senaryosunu yazdığı 1952 yılında Veysel'in hayatını anlatan filme bile sansür uyguladılar. Veysel'in yetiştiği Anadolu'nun yoksunluğundan, yoksulluğundan, ekinlerinin bodur oluşundan utanıp bu gerçekleri gizlemek istediler. Bir de ABD buğdaylarını gösteren kareleri koydurdular filme. Veysel'e kör bakanlar bu koşulların doğurduğu O'nu kör eden çiçek hastalığının varlığından utandılar...
Aşık Veysel'in Sivrialan'dan çıkması ne bir rastlantıydı ne de bir tanrı vergisi. O sadece Sivrialan'dan yani Söbalan'da yetişmiş ozanların bir tanesiydi. Ama kendisini iyi yetiştirmiş ve toplumla çabuk kaynaşmıştı. Seçtiği konularla tüm Türkiye'ye mal olmasını da bildi.
Temel Kaynak: Bütün Yönleriyle Aşık Veysel Yaşamı Sanatı Şiirleri, Gülağ Öz, Ayyıldız Yayınları 1994.
Tamer Uysal

11 Mart 2015 Çarşamba

GÖNÜLLER SULTANI Mevlana Celâleddin-i Rumi; Sultan'ül Ulema, Soufisme

GÖNÜLLER SULTANI Mevlana Celâleddin-i Rumi Hazretleri
Mevlâna 30 Eylül 1207 yılında bugün Afganistan sınırları içerisinde yer alan Horasan Ülkesi’nin Belh şehrinde doğmuştur.
"Hamdım, yandım, piştim elhamdülillâh!.."
Mevlâna’nın babası Belh Şehrinin ileri gelenlerinden olup, sağlığında “Bilginlerin Sultânı” ünvanını almış olan Hüseyin Hatibî oğlu Bahâeddin Veled’tir. Annesi ise Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur.
Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled, bazı siyasi olaylar ve yaklaşmakta olan Moğol istilası nedeniyle Belh’den ayrılmak zorunda kalmıştır. Sultânü’I-Ulemâ 1212 veya 1213 yılllarında aile fertleri ve yakın dostları ile birlikte Belh’den ayrıldı.
Sultânü’I-Ulemâ’nın ilk durağı Nişâbur olmuştur. Nişâbur şehrinde tanınmış mutasavvıf Ferîdüddin Attar ile de karşılaştılar. Mevlâna burada küçük yaşına rağmen Ferîdüddin Attar’ın ilgisini çekmiş ve takdirlerini kazanmıştır.
Sultânü’I Ulemâ Nişabur’dan Bağdat’a ve daha sonra Kûfe yolu ile Kâ’be’ye hareket etti. Hac farîzasını yerine getirdikten sonra, dönüşte Şam’a uğradı. Şam’dan sonra Malatya, Erzincan, Sivas, Kayseri, Niğde yolu ile Lârende’ye (Karaman) geldiler. Karaman’da Subaşı Emir Mûsâ’nın yaptırdıkları medreseye yerleştiler.
1222 yılında Karaman’a gelen Sultânü’/-Ulemâ ve ailesi burada 7 yıl kaldılar. Mevlâna 1225 yılında Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile Karaman’da evlendi. Bu evlilikten Mevlâna’nın Sultan Veled ve Alâeddin Çelebi adlı iki oğlu oldu. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlâna bir çocuklu dul olan Kerrâ Hatun ile ikinci evliliğini yaptı. Mevlâna’nın bu evlilikten de Muzaffereddin ve Emir Âlim Çelebi adlı iki oğlu ile Melike Hatun adlı bir kızı dünyaya geldi.
Bu yıllarda Anadolunun büyük bir kısmı Selçuklu Devleti’nin egemenliği altında idi. Konya’da bu devletin baş şehri idi. Konya sanat eserleri ile donatılmış, ilim adamları ve sanatkarlarla dolup taşmıştı. Kısaca Selçuklu Devleti en parlak devrini yaşıyordu ve Devletin hükümdarı Alâeddin Keykubâd idi. Alâeddin Keykubâd Sultânü’I-Ulemâ Bahaeddin Veled’i Karaman’dan Konya’ya davet etti ve Konya’ya yerleşmesini istedi.
Bahaeddin Veled Sultanın davetini kabul etti ve Konya’ya 3 Mayıs 1228 yılında ailesi ve dostları ile geldiler. Sultan Alâeddin kendilerini muhteşem bir törenle karşıladı ve Altunapa (İplikçi) Medresesi’ni ikametlerine tahsis ettiler.
Sultânü’l-Ulemâ 12 Ocak 1231 yılında Konya’da vefat etti. Mezar yeri olarak, Selçuklu SarayınınGül Bahçesi seçildi. Halen müze olarak kullanılan Mevlâna Dergâhı’ndaki bugünkü yerine defnolundu.
Sultânü’I-Ulemâ ölünce, talebeleri ve müridleri bu defa Mevlâna’nın çevresinde toplandılar. Mevlâna’yı babasının tek varisi olarak gördüler. Gerçekten de Mevlâna büyük bir ilim ve din bilgini olmuş, İplikçi Medresesi’nde vaazlar veriyordu. Vaazları kendisini dinlemeye gelenlerle dolup taşıyordu.
Mevlâna 15 Kasım 1244 yılında Şems-i Tebrizî ile karşılaştı. Mevlâna Şems’de “mutlak kemâlin varlığını” cemalinde de “Tanrı nurlarını”görmüştü. Ancak beraberlikleri uzun sürmedi. Şems aniden öldü.
Mevlâna Şems’in ölümünden sonra uzun yıllar inzivaya çekildi. Daha sonraki yıllarda Selâhaddin Zerkûbî ve Hüsameddin Çelebi, Şems-i Tebrizî’nin yerini doldurmaya çalıştılar.
Yaşamını “Hamdım, piştim, yandım”sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk’ ın rahmetine kavuştu. Mevlâna’nın cenaze namazını Mevlâna’nın vasiyeti üzerine Sadreddin Konevî kıldıracaktı. Ancak Sadreddin Konevî çok sevdiği Mevlâna’yı kaybetmeye dayanamayıp cenazede bayıldı. Bunun üzerine, Mevlâna’nın cenaze namazını Kadı Sıraceddin kıldırdı.
Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah’ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.
Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti:
Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır.
“Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir”

2 Mart 2015 Pazartesi

Şairlerin Sultanı, Türk ve İslâm düşünürü: Yunus Emre

Şairlerin Sultanı, Türk ve İslâm düşünürü: Yunus Emre
Yunus Emre (d. 1240 - ö. 1321), Anadolu´da Türkçe şiirin öncüsü olan mutasavvıf bir halk şairidir. Büyük bir Türk İslam düşünürüdür.
Hayatı
Hayatı ve şahsiyeti hakkında pek az şey bilinen Yunus Emre, Anadolu Selçuklu Devleti´nin dağılmaya ve Anadolu´nun çeşitli bölgelerinde küçük-büyük Türk Beyliklerinin kurulmaya başladığı 13. yüzyıl ortalarından Osmanlı Beyliği´nin kurulmaya başladığı 14. yüzyılın ilk çeyreğinde Orta Anadolu havzasında doğup yaşamış bir şair ve erendir. Yunus Emre, uzun bir süre Hacı Bektaş-ı Veli Dergâhında çile doldurmuş ve dergâha hizmet etmiştir.
Yunus´un yaşadığı yıllar, Anadolu Türklüğünün Moğol akın ve yağmalarıyla, iç kavga ve çekişmelerle, siyasî otorite zayıflığıyla, dahası kıtlık ve kuraklıklarla perişan olduğu yıllardır.13. yy´ın ikinci yarısı, sadece siyasî çekişmelerin değil, çeşitli mezhep ve inançların, batınî ve mutezilî görüşlerin de yoğun bir şekilde yayılmaya başladığı bir zamandır. İşte böyle bir ortamda, Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî, Hacı Bektaş-ı Velî, Ahî Evrân-ı Velî gibi ilim ve irfan kutuplarıyla birlikte Yunus Emre, Allah sevgisini, aşk ve güzel ahlakla ilgili düşüncelerini, her türlü batıl inanca karşı, gerçek İslam tasavvufunu işleyerek Türk-İslam birliğinin oluşmasında önemli vazifeler yapmıştır. Yunus Emre, "Risalet-ün Nushiyye" adlı mesnevîsinin sonunda verdiği;
Söze târîh yedi yüz yediydi
Yûnus cânı bu yolda fidîyidi
beytinden anlaşıldığı kadarıyla H. 707 (M. 1307-8) tarihlerinde hayattadır. Yine, Adnan Erzi tarafından Bayezid Devlet Kütüphanesi´nde bulunan 7912 numaralı yazmada şu ifadelere rastlanmaktadır:
Vefât-ı Yûnus Emre
Müddet-i ´Ömr 82
Sene 720
Bu belgeden anlaşılacağı üzere, Yunus Emre, H. 648 (M. 1240-1) yılında doğmuş, 81 yıllık bir dünya hayatından sonra H. 720 (M. 1320-1) yılında ölmüştür.
Doğduğu yer konusundaki tartışmalar Eskişehir´in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy ile Karaman üzerinde yoğunlaşmaktadır. Menakıpnâmelerle şiirlerinden çıkarılan bilgilere göre Babalılardan Taptuk Emre´nin dervişidir. Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgisi Vilayetname´den kaynaklanmaktadır. Yine şiirlerinden tasavvuf yolunu seçtiği, iyi bir öğrenim gördüğü anlaşılmaktadır. Anadolu kentlerini dolaştığı, Azerbaycan ve Şam´a gittiği, Mevlana´yla görüştüğü de bu bilgiler arasındadır.
Yunus Emre, işlediği konularla Anadolu´da gelişen Türk edebiyatının en büyük adlarından sayılan Yunus Emre, yalnız halk ve tekke şiirini değil, divan şiirini de etkiledi, yaşarlığını çağlar boyu sürdürdü. Hece ve aruzla yazdığı şiirlerinde sevgiyi temel aldı. Tasavvufla, İslam düşüncesiyle beslenen dizelerinde insanın kendisiyle, nesnelerle, Allah´la ilişkilerini işledi, ölüm, doğum, yaşama bağlılık, İlahi adalet, insan sevgisi gibi konuları ele aldı. Çağına hâkim olan düşünüş biçimini ve kültürü konuşulan dille, yalın akıcı bir söyleyişle dile getirdi; kendinden önce yetişmiş İran ozanlarının, çağdaşlarının yapıtlarında geçen kavramlara yeni bir öz, yeni bir deyiş kattı. Bu yanıyla tasavvuf düşüncesini, Alevi-Bektaşi inançlarını zenginleştirdi, kendi adına bağlanan tekke şiirinin Anadolu´daki ilk temsilcilerindendir.
Fikrî ve Edebî Şahsiyeti (Edebi Kişiliği)
Yunus Emre, halk diliyle tasavvuf edebiyatının en büyük şairidir. Daha Orta Asya asırlarında Ahmed Yesevi ile başlayan halk tasavvuf şiiri; Türkistan, horasan ve Anadolu´da yüz yılı aşan bir işleniş çağından sonra, en üstün seviyesine Yunus Emre´de varmıştır. Yunus´un duygu ve düşünce âlemini hazırlayan kültürün kaynağında İslam İmanı vardır. Bu iman, dünyanın üç kıtasında tecrübe görmüş ve her yeni nesle zekâ ve irfan mirasları bırakmış bir milletin bağrında, kendi öz çevresini bulmuştur. Yunus´un bilgi ve düşünce âleminde, önce bu uzun, sabırlı ve sayısız hayat tecrübelerinden doğan irfan ışıldar. Onun yaradılış, varlık, yokluk, aşk ve Allah hakkında duygulu ve hummalı zihin yoruşları vardır ki aynı irfan kaynağından beslenir.
Yunus, insan olan herkese karşı; fakir, zengin, Hıristiyan ve Müslüman ayrımı yapmayan, engin sevgiyle bağlıdır. Ondaki insan sevgisi, insanda Allah´tan bir parça, ondan gelip bedenlenmiş bir cevher bulunduğunu bilmesindendir. Yunus, işte bu parçanın bütününe yani Allah´a âşıktır. O´nu gönlünde bilmenin heyecanıyla vurgundur. Bu heyecanı, Musa Peygamber´in konuştuğu çoban kadar saf bir gönülle duyar; aynı saflıkla söyler. Yeryüzünde bir ömür boyu vatanından uzak kalmış bir insan hüznüyle Yunus´un Allah diyarına karşı sonsuz hasret duyması da bundandır. Yunus, ömrü boyunca böyle bir hasretin hummalarıyla yanmış, şiirlerine bu hummanın hareketini vermiştir.
Nihayet, bütün bu iç ve kafa hareketleriyle olgunlaşıp derinleşen, bazen coşkun, bazen rind ve her haliyle cana yakın bir derviş... Yunus Emre´nin şiirlerinden ve halk içine yayılan menkıbelerinden yükselerek yedi asır ötede canlanan simasını belli başlı çizgileri bunlardır. Yunus; duymuş, düşünmüş, inanmış ve bütün bu duyuş, düşünüş ve inanışlarını büyük bir sadelik ve kolaylıkla şiirleştirmeye muvaffak olmuştur. İslami taassubun, üzerinde durmaktan çekindiği birçok iman meseleleri ile cennet, cehennem, sırat ve benzeri gibi kavramlar, onun en zeki ve en hür düşüncelerine mevzu olmuştur. Şiirleri, eskilerin, sehl-i mümteni dedikleri, her dilin söyleyemeyeceği bir açıklık ve kolaylıkla terennüm edilmiştir.
Türbesi
Yunus Emre´nin mezarı olduğu iddia edilen pek çok mezar ve türbe vardır. Bunlar; Eskişehir´in Mihalıççık ilçesine bağlı Sarıköy; Karaman´da Yunus Emre Camii avlusu; Bursa; Aksaray ili Ortaköy İlçesi’nde; Ünye; Kula´da Emre köyü; Erzurum, Tuzcu(Dutçu) köyü; Isparta´nın Gönen ilçesi; Afyon´un Sandıklı ilçesi; Sivas yakınında bir yol üstü. Ayrıca Tokat´ın Niksar ilçesinde de bulunmaktadır.
Ayrıca, mutasavvıf Niyazi Mısri de Yunus Emre´nin mezarının (veya makamının) Limni Adası´nda bulunduğunu ifade etmiştir. Bunlar arasında bilim adamlarınca tartışma, Karaman ve Eskişehir´deki türbeler üzerine yoğunlaşmışsa da, Hacı Bektaş-ı Veli ile ilgili menkıbe düşünüldüğünde Eskişehir Sarıköydeki türbenin asıl Yunus Emre türbesi olduğu düşünülebilir...
Eserleri
Divanı Lügat-üt Türk Yunus Emre´nin şiirleri bu Divanda toplanmıştır. Şiirler aruz ölçüsüyle ve hece ölçüsüyle yazılmıştır. Ayrıca Fatih nüshası, Nuruosmaniye nüshası, Yahya Efendi nüshası, Kahraman nüshası, Balıkesir nüshası, Niyazi Mısrî nüshası, Bursa nüshası diye 7 ye ayrılır.
1. Divan
Bu eserinde şiirleri toplanmıştır. Şiirlerinin kimileri hece, kimileri ise aruz ölçüsüyle yazılmıştır. Bu şiirlerde derin bir Allah, peygamber ve insan sevgisi vardır. Hatta "Yaratılanı severiz yaratandan ötürü" dizesinden de anlaşılacağı üzere Yunus bütün varlık âlemine sevgiyle yaklaşmıştır. Yunus´un bu sevgi ve hoşgörü iklimi sadece Anadolu´da etkili olmamıştır. Günümüzde Yunus Emre, sevgi ve hoşgörüsüyle dünyaca tanınan bir şahsiyet olmuştur.
Risaletü´n - Nushiyye
1307´de yazıldığı sanılmaktadır. Eser, mesnevi tarzında yazılmıştır ve 573 beyitten oluşmaktadır. Eser; dinî, tasavvufî, ahlaki bir kitaptır. "Öğütler kitabı" anlamına gelmektedir.
Kaynakça
Öztelli, Cahit. Yunus Emre. Özgür Yayınları, 1984. ISBN 975-447-018-9
Tatcı, Mustafa. Yunus Emre Dîvânı. Akçağ Yayınları, 1998. ISBN 975-338-232-4
Güneş, Burhan. Halk Şiiri Antolojisi. İlke Kitabevi, 2003. ISBN 975-7923-22-2
yunusemre.info Yunus Emre´nin hayatı ve kişiliği